Salyangoz Postasindan Orumcek Agina

24.7.03

Roland Barthes, “anlamdan kurtulan hiçbir nesne yoktur hayatımızda” diyor.

Farkında olalım ya da olmayalım, gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz her şey, bizi yalnızca kendi anlattıklarına değil, önceden bildiğimiz başka anlamlara da gönderir. Sözgelimi, aldığımız konservenin ‘içindekiler’ listesi sadece kullanılan malzemeleri iletmez bize. Ona bakarak üretim teknolojileri hakkında; zararlı madde içerip içermediğinden yola çıkarak insan sağlığı üzerindeki etik duyarlılıklar hakkında; doğal olan ile yeniden üretilmiş olan arasındaki farklar hakkında yorumlar yapmamızı da sağlar. İçinde yaşadığımız mekânı süslemek için seçtiğimiz dekoratif eşyalar ya da kendi üzerimize giydiklerimiz, doğrudan iletişim yaratmak üzere kullanılmamışlardır. Ancak yine de bizi temsil eden anlamlar üretirler. Ki bu da bize dair “ileti”ler gönderdikleri anlamına gelir. Benzer şekilde, kırmızı ışıkta durduğumuzda; başını iki yana sallayan birinin “hayır” dediğini anladığımızda; çocuğunu öpen bir annenin ona sevgisini gösterdiğini düşündüğümüzde, bir takım göstergeler üzerinden işleyen bir iletişim ortamının içindeyiz demektir. İşaretleri doğru okumak ile iletişim kurmak arasında doğrudan bir bağ var.
Özellikle de “gösteri çağı” adı verilen günümüzde.

Tek bir rengin, tek bir duruşun başlı başına bir anlam ürettiği bu çağa gelmeden önce, iletişim dilleri aynı anda hem bu kadar basit hem de bu kadar karmaşık olmamıştı. Mürekkepli kalem beyaz kağıtla buluştuğunda, tatlı bir hışırtıyla başlardı mektuplar. Şimdilerde ise parmağımız klavyeye dokunduğunda duyduğumuz tık sesiyle başlar oldu mail’lerimizin ilk sözcükleri. Dünden bugüne çok şey değişti.

Amerika Kızılderililerinin bir zamanlar duman işaretleriyle gönderdikleri mesajların tam içeriğini bilmesek de, bu işaretlerle felsefi bir tartışma yapılmadığını rahatlıkla tahmin edebilirim. Duman halkaları varoluşun niteliğiyle ilgili fikirleri yansıtabilecek karmaşıklıkta değildir. Ancak bu karmaşıklığa sahip olsaydı bile, bir Cherokee filozofu, daha ikinci aksiyomu iletmeye geçmeden önce elindeki bütün odunlarla battaniyeleri tüketirdi. Felsefe yapmak için dumandan yararlanamazsınız. Dumanın biçimi, içeriği dışlamaktadır. “

İletişim bilimi kuramcısı Neil Postman’ın bu örneğinden yola çıkarak, iletişimin değişen dillerinin anlam üretiminde neleri başkalaştırdığını görmek için, zaman içinde bir yolculuğa çıkmak gerekir.

Antik tiyatroda, rolü küçük olmasına rağmen dramatik işlevi büyük olan oyun kişisi “haberci” idi. Yürüyerek ya da koşarak, bazen de bindiği atı çatlatacak kadar sürat yaparak gelir; beklenen ya da beklenmeyen “o” haberi verir; temsilin seyri o andan itibaren değişirdi. Haberi taşıyan insanın bizzat kendisiydi bir zamanlar. Kralın borazanlı habercileri, padişahın davullu tellalları, halkın gezgin ozanları-meddahları- çerçileri... hepsi “kendileriyle” taşırlardı haberleri.

Ama bir gün, tarih 1837’yi gösterirken Samuel Morse telgrafı icat etti. Bu yeni icat kısa sürede bütün sınırları eritmiş, dünya çapında bir haber şebekesi kurmaya başlamıştı. Bugünkü bilgi ağının ilk-örneğiydi bir bakıma.

Telgrafın en ücra köye kadar uzanabilmesi herkesin başını döndürüyor, iletişimin sonsuz bir alana yayıldığı düşünülüyordu. Sonraki gelişmelerin daha da baş döndürücü olacağı henüz bilinmiyordu.

40 yıl sonra, 1877’de Hertz, telsizi icat etti. Telsiz kanallarından önceleri sadece mors sinyalleri gelirken, bir gün, bir keman müziğinin eşliğinde insan konuşmaları duyuldu. Telsiz-telefon hatları aracılığıyla yapılan ilk radyo yayınıydı bu. Tüm dünyada bir müddet böyle devam etti radyo yayıncılığı.

Bununla birlikte pahalıya mâl oluyordu kablolu iletişim. Kimi zaman karadan kimi zaman deniz altından uzanan kabloları sonsuz ölçüde döşemek mümkün görünmüyordu. Yayını havadan iletme fikri böyle doğdu. Sesin radyo dalgaları ile uzaklara kadar gönderilebilmesi iletişimde yeni ufuklar açtı. 1960’lara gelindiğinde ise artık “uydu çağı” başlıyordu. Bunun anlamı, anında iletişimi kıtalar arası ölçeğe taşımaktı.

Bugün her 10 kişiden 8’i televizyonun icat edildiği tarihten sonra doğmuş bulunuyor. Dünyanın fakir ülkeleri de dahil, televizyonun girmediği eve rastlamak çok zor. Onun başında uzun saatler geçiriliyor ve televizyon seyretmemek, kültürün dışında kalmakla özdeş görülüyor.

Televizyon karşısında ilkin geri adım atmak zorunda kalan radyo ise, değişen yayıncılık anlayışı ile ikinci kuşağını yaşıyor. Televizyonun kollektif bir seyir aracı olması, kendilerini kanıtlamaya çalışmak için “özel fanus”lar kurmaya ihtiyacı olan gençleri çekiyor bu kez radyoya. Gençler için yirmidört saat müzik yayınlayan istasyonlar, sözün en aza indiği gösteri çağının radyo yayıncılığındaki karşılığını oluşturuyor. Çünkü en çok ihtiyaç duyulan, bu.

Buluşlar kadar icatlar da ihtiyaçlardan doğar. İngilizlerin televizyonu icat etmelerinin sebebinin, yaklaşmakta olan 2. Dünya Savaşı’nda radar kullanabilmek olduğu söylenir. Televizyonun halka sunumunun radar için gerekli katot tüplerini üretmeye uygun zemin yarattığı; savaş çıktığında tüm televizyoncuların cephede birer radarcı olarak görev aldığı görülür. Eğlence sektörünün bir numaralı yıldızı televizyonun, iletişim evreninde -dolaylı olarak da olsa- aldığı ilk rol, cepheler arası iletişim olur böylece.

İlk gençliğini savaşta yaşayan televizyon, artık büyüdü ve güçlü bir yetişkin haline geldi. Öyle ki günümüzde pek çok şey onun dikkatini çekmek üzere yapılıyor. Kendisine önem atfedilen bütün olaylar, televizyonun en çok izlendiği saatlerde gerçekleştiriliyor. ünkü canlı yayınlar, televizyonun kusursuz kullanımlarından biri. O anda olabilecek milyonlarca ihtimalin getirdiği gerginlik, canlı yayınları heyecanlı kılıyor. Bu gerginlik, seyirci ile yayıncı arasında her türden ilişki biçimi için etkili bir iletişim türü oluşturuyor.

Televizyon ekranlardan gitgide daha çok canlı yayın akarken, bunun “minimal” örneği sayılabilecek, ama etkisi küçümsenmeyecek bir başka türde “canlı iletişim” daha girdi hayatımıza. Bilgisayarın ve internetin sağladığı olanaklar bunlar.

Bir compact disk, orta boy bir kitabın 600 kopyasını saklayacak denli geniş kapasitelidir. Ya da 19 saatlik bir konuşmayı. Bunun iletişim açısından anlamı, bir dersi ya da bir konferansı izlemek için, gerçekleştirildiği yere gitme zorunluluğu olmamasıdır.

Eski çağ dervişlerinin mürşitlerine ulaşmak için bazen aylar süren yolculukları göze aldıkları düşünülürse, bugünün öğrencilerinin onlardan daha şanslı olduklarını düşünmemek imkansız.

Bilgiye ulaşmanın, bilgiyi yaymanın, her türlü iletişimin bir telefon görüşmesi maliyetinde ve saniyeler ölçeğinde hızlı olması, internete katılan her yeni kullanıcı ile yeniden keşfedilen sonsuz bir heyecan. Bilgisayarları birbirine bağlayarak dünyayı bir örümcek ağı gibi saran internete, “bilgi süper otoyolu” da deniyor bu yüzden.

Ama her otoyolda olduğu gibi internette de trafik sıkışıyor bazen. Çünkü her gün daha çok insan basit ya da karmaşık pek çok taleple ağa katılıyor. Kullanıcılar arasında neredeyse bütün hayatı bilgisayar karşısında geçenler var. “Ağ patatesi” olarak anılan bu insanlara “get a life!” - “kendine bir yaşam edin!” mesajları gönderiliyor sohbet odalarında. Çünkü dünyanın öbür ucundaki kullanıcı ile iletişim kurabilen ağ patatesleri, yakın çevresindeki insanlara yabancılaşıyor. Onlar için sanal dünya, gerçek dünyanın yerini alıyor.

Bugün “elektronik posta” aracılığıyla ise örneğin Berlin’den yollanan bir metin Melbourne’e bir dakikadan kısa bir sürede ulaşıyor. ysa bir zamanlar, ucu yakılan, içine kurutulmuş çiçek atılan, en önemlisi sahibinin o andaki duygularını yansıtan el yazısını taşıyan mektuplar vardı. Yanıtı günlerce sabırsızlıkla beklenen.
Bugünün internet kullanıcıları, normal postayı çok yavaş buldukları için, “salyangoz postası” diyorlar buna. Bu salyangoz postası binlerce aşk mektubu taşımıştı oysa. Milyonlarca sevgi sözcüğü.

Söz yine var. Söz hep var. Kültür, sözün ürünü. Bütün bir kültür, büyük bir konuşma adeta.

Zamanımızda, dil kadar geniş gösterge dizgelerinin bulunduğu hiç de kesin değildir. Kuşkusuz, nesneler, görüntüler, davranışlar anlam taşıyabilirler ve bunu çok sık yaparlar, ama hiçbir zaman bağımsız bir biçimde olmaz bu; sonunda hepsi dille karışır. Sinema, reklam, çizgi resimler, basın fotoğrafları... bunların hepsi anlamlarını pekiştirmek için dilsel bir bildiriye dayanırlar.” diyor Roland Barthes.

Kuşkusuz söz, asli ve vazgeçilmez olandır. Bizi insan yapan, insan olarak kalmamızı sağlayan, sözdür. Ancak kültür, sözün eseri olmakla birlikte, resimden hiyeroglife, alfabeden televizyona kadar her iletişim aracıyla yeni baştan yaratılmaktadır. Dilin kendisi gibi her araç da düşünceye, ifadeye ve duyarlılığa yeni bir yönelim kazandırarak benzersiz bir söylem tarzının ortaya çıkmasını sağlar. McLuhan’ın “araç, mesajdır” demekle kastettiği kuşkusuz budur.” diyor Neil Postman da.

Günümüz iletişiminin iki temel görüngüsü bunlar. Bir yandan yerine hiçbir şeyin ikame edilemeyeceği söz, öte yandan en az konuştuğumuz dilin kendisi kadar söylem yaratma gücüne sahip diğer iletişim araçları.

İhtimal ki, bilgi toplumunun bireyleri “son dakika” haberlerine doymuş bir çağın insanları olarak anılacak gelecekte. Kat ettiği mesafe nedeniyle, geldiğinde çoktan eskimiş haberlerin alıcısı insanların yaşadığı çağlar ise “çok geri” sayılamayacak yine de. Çünkü iletişimin değişen biçimlerinin insanlığın kollektif bilincini pek değiştiremediğini gösteren şiddet, terör, savaş, açlık öyküleri kalacak tarihe.
(Aralık 2002)

Kaynaklar:
Göstergebilim ve Üç Hamlet, Pınar Şenel, A.Ü. Sos. Blm. Ens. Tiyatro Bölümü’nde Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2000.

TV: Öldüren Eğlence-Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Neil Postman, Çev.: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 1994.

İnternet, Philippa Wingate, Çev.: Selma İkiz, TÜBİTAK Yay., Ankara, 1998.

Bilgisayarlar, M.Stephens-R.Treays, Çev.: Selma İkiz, TÜBİTAK Yay., Ankara, 1999.

Belgesel: Televizyon. TRT’de yayınlanmış toplam 15 bölüm. Kaynak: TRT Görüntü Arşivi. Yapım yeri ve yılı bilinmiyor.

Sanat Dünyamız Dergisi Özel Sayısı: Yeni Radyo Günleri, YKY, İstanbul, 1993.

“Türkiye Radyoları 70 Yaşında”. Ankara Radyosu yapımı. Prodüktör: Mehmet Karavit, 1997.


GERİ